PSİKOTERAPİ VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ

Psikoterapi, kişinin uyumunu bozan davranışlarını gidermek, iç görü geliştirmek ya da semptomu ortadan kaldırmak amacıyla, normal ve patolojik gelişim kuramları temel alınarak uygulanan, terapist ile hastanın sözlü iletişimlerine ve dinamik bir ilişki içerisinde etkileşimlerine dayanan, değişim oluşturmayı amaçlayan psikiyatrik bir tedavi yöntemidir.

Yazı: Berk Kandemir

Psikoterapi, kişinin uyumunu bozan davranışlarını gidermek, iç görü geliştirmek ya da semptomu ortadan kaldırmak amacıyla, normal ve patolojik gelişim kuramları temel alınarak uygulanan, terapist ile hastanın sözlü iletişimlerine ve dinamik bir ilişki içerisinde etkileşimlerine dayanan, değişim oluşturmayı amaçlayan psikiyatrik bir tedavi yöntemidir. Psikolojinin ilkelerine dayalı olan, eğitimli bir terapist ve sorunu ya da bozukluğu olan danışanın arasında gerçekleşen, soruna çare bulmaya odaklı, düzenlenmiş, karşılıklı ilişki içinde yapılan müdahalelerdir (Wampold,2001).

Psikoterapi, terapötik bir ittifaktan oluşan terapötik ilişkiyi içerir. Psikoterapi ilişkisinin kurulması ilişki devam ettiği sürece işe yarar. Terapötik ilişkinin kurulması ve ilerlemesi ise terapistin donanımıyla ilgilidir. Psikoterapi için geçerli olan etik kurallar içerisinde yetkinlik/yeterlik kuralı, sınırların aşılmasından sonra gelen ve en çok etik ihlalin yapıldığı konudur (Strom-Gottfried 2000). Bu bağlamda Psikoterapistlerin yetkinlik, yeterlilik ve donanımlı olmak konusunda dikkatli olmaları danışana yararlı olmak ve zarar vermemek açısından çok önemlidir. Yararlı olmak; psikoterapi uygulamaları ve tekniklerinin danışana en yüksek faydayı sağlaması ve iyilik halini yükseltmesi anlamına gelirken, zarar vermemek ise danışanlara ve danışanlarla ilişkili bireylere ve durumlara en az zararı vermeyi ve danışanları istismar etmemeyi içerir (Barnett 2008).

Terapist, hangi terapi yaklaşımını benimsemiş̧ olursa olsun, danışanlarının iyilik halini gerçekten düşünmelidir. Bazen iyi niyetle yapılmış̧ uygulamalar da danışanlara zarar verebilir (Ackley 1972). Bu durumda etik kuralların gerekli şekillerde uygulanması terapistlere yardımcı olabilir: sınırların korunması, bilgilendirilmiş̧ onamda kuralların ve sürecin tanımlanması, terapistin adaletli davranması, terapistin mesleki bilgilerini kötüye kullanmaması, danışanların özerkliğinin desteklenmesi gibi önlemler danışanın yarar görmesine hizmet edebilir. Bu kurallara uyulmaması durumu ise danışanlara zarar verebilir, terapist önceden kestirebildiği ve kaçınılmaz olan zararları en aza indirmek için gerekli önlemleri almalıdır (TPD 2004).

Burada değinilen yararlı olma ve zarar vermeme kısmında dikkat edilmesi gereken bir konu da danışanı yaşadığı ve şekillendiği kültürün içinde incelemektir. Bir kültürün belirlediği ahlaki konumdan bakıldığında patolojik sayılabilen bir davranış, başka birinden bakıldığında ruhsal kuvvetin kanıtı olarak görülebilir (Frank ve Frank, 1991). Kültürün çeşitli tanımları olmakla birlikte kültür için “geleneksel fikirler ve bunlara bağlı değerler”, “öğrenilmiş̧ davranışların bir bütün olarak nesilden nesile aktarılması”, “paylaşılan semboller ve anlamlar”, “bir grubun davranışlarında önceden tahmin edilebilir ve belirli farklılıklara yol açan deneyimler” ve “davranışları bir sisteme oturtan fikir, uygulama, norm ve anlamlar bütünü” gibi tanımlar ileri sürülmüştür (Kağıtçıbaşı, 2000, s. 36, 37). Çağdaş̧ psikolojik danışma kuramlarının Türk kültürüne uygulanabilirliği konusunda, Kağıtçıbaşı (1994) psikolojik danışma ve terapi kuramlarının çoğunun ortaya çıktığı toplum ve kültürleri yansıttığını, genel olarak bu alanlardaki temel gelişimlerin ABD’nde olması nedeniyle bu kuramların daha çok bireyci toplumları ve Amerikan kültürünü yansıttığını belirtmiştir.

Son zamanlarda psikolojinin gösterdiği olumlu gelişmelerden biri giderek artan bir kültürel duyarlılıktır.  Farklı kültürler arasında soyut ve somut çeşitli duvarlar varken evrensellik iddiasında bulunan psikolojik düşünce, kültürler birbirlerini tanıdıkça fiziksel-toplumsal-tarihsel bağlamın psikolojik işleyiş üzerindeki etkisini ve bunun psikoterapiye yansımasını ele almaya başladı. Bu nedenle bugün kültüre duyarlılık etkin bir psikoterapinin temel unsurlarından sayılıyor (Dyche ve Zayas, 1995; Falicov, 1995; McGoldrick etal, 1982). Diğer konulara göre çok sık ele alınmayan bir konu da kuramsal ve ideolojik kökenleri Batı Avrupa/Kuzey Amerika olan (Batıcıl) psikoterapilerin diğer kültürlerde uygulanmasıdır (Kakar, 1982; Landrine, 1992; Roland, 1988).

Psikolojik danışmada kültürü odak almak Kelly (1955)’nin Kişisel Yapı Kuramı ile başlamıştır. (Akt. Pedersen ve Ivey, 1993).

Kişisel Yapı Kuramına göre insanlar deneyimlerine dayanarak kişisel yapılar (constructs) oluşturmaktadırlar. Bu yapılar daha sonraki deneyimlerinde bireylerin yorum yapmasına, tahminlerde ve tepkide bulunmasına olanak sağlamaktadır. Birbiriyle benzer yapılara sahip insanlar, yapıları birbirinden farklı olan insanlardan daha iyi anlaşmaktadırlar. Bu yaklaşım bir anlamda kültürün tanımına benzemektedir. Kişisel yapılar gibi kültür de bireylerin içindedir ve çeşitli kaynaklardan öğrenilenlerin diğer bireylerle iletişimi ile değerlendirilerek bireyin bütün kararlarını etkilemesinin sonucu olarak gelişmektedir. Türkiye üzerinde yazmamın sebebi Türkiye gibi karma bir kültüre (yarı Batı yarı Doğu) sahip bir toplum açısından kültürün psikoterapide önemine değinilmemiş olmasıdır.

Her ne kadar Türkiye’de gelişmiş olan kültür yapısı bir Uzakdoğu kültürü kadar Batı’dan uzak değil ise de iki nedenden dolayı kültüre duyarlı bir incelemenin burada uygulanan psikoterapiler için önemli olduğu görülmektedir.  İlk olarak geleneksel şekliyle toplumda var olan kimlik ve insan ilişkileri kavramlarının altyapısını oluşturan varsayımlar Batı kökenli varsayımlardan farklıdır (Erfidan, 1996; Seçkin, 1996). Mocan Aydın’ın (2000) belirttiği gibi kültürel farklılıkların sadece coğrafi olarak tanımlanamayacağı göz önünde bulundurularak kültüre duyarlılık kavramı bir an önce psikolojik danışman eğitimine yerleştirilmelidir. Bu bağlamda “Kültüre Duyarlı Psikolojik Danışma” dersinin seçmeli ders olarak değil, zorunlu ders olarak psikolojik danışma lisans ve yüksek lisans programlarına dâhil edilmelidir. Ayrıca anadilde yapılan terapide terapist-danışan ilişkisi daha yoğun ve samimi olarak nitelendiriliyor. Bu durum hastaların terapi motivasyonunu ve terapiden aldığı verimi yükseltmekle birlikte terapi sonuçlarını da olumlu etkiliyor. (Griner ve Smith, 2006).

Psikoterapiye Yönelik Öneriler

Terapistin ekolü ne olursa olsun, danışanının içinde bulunduğu bağlama, o bağlamın etkilerine duyarlı olduğu sürece, ayrıca kendi bağlamının kendisini nasıl koşullandığına duyarlı olduğu sürece, daha etkin girişimlerde bulunabilecektir.  Aşağıda sıralanan öneriler terapistin duyarlılığını artırmasında yardımcı olabilecek bazı noktaları içerir.

I: Açıklık

Açıklık önce terapistin kendi önyargıları, kendi toplumsal alt kültürünü olduğu kadar kendi psikoterapi alt kültürünü de şekillendiren ideoloji ve varsayımlar konusunda açık olması demektir.  Kişi kendi düşüncelerinin bağlamınca belirlenme derecesini gördüğü ölçüde hatalı tanımlamalar, patolojiye ya da sağlığa ilişkin atıflar ve yanılgılardan korunabilir.  Kendi bağlamı içine görüşmüşlüğünün farkına varan psikoterapist, danışanının öyküsündeki bağlamsal unsurları daha kolaylıkla görür.

II: Birlikte çalışmak

Eğer bağlamsal bilinç danışan için olduğu kadar psikoterapist için de geçerli ise, onun psikoterapi sürecini nasıl bir dille kavramlaştırdığına bakması gerekir.  Eğer dil bir “terapi yapmak, sağaltmak, iyileştirmek, düzeltmek” dili ise, psikoterapistin danışanın öyküsünü duyma kapasitesi kısıtlanabilir.  Eğer dil bir “birlikte konuşmak, birlikte çalışmak” dili ise o zaman karşılıklı ilişkiye odaklanmak ve karşıdakini duymak daha kolay olabilir.

III: Katılmak

Yukarıda söylenenler hep psikoterapistin tavrına ilişkin sözler, danışanın tavrına değinmiyorlar.  Danışan kişi psikoterapi için gelmekle yardıma gereksinimi olduğunu ve terapiste göre bir alt konumda olduğunu itiraf etmiş durumdadır.  Bu hiyerarşik konumlama danışanın kültürü itibariyle tanışık olduğu ve dolayısıyla iki zıt eğilim içeren bir durumdur.  Danışan bir yandan “otoriteyle gelen hiyerarşiyi” (Roland, 1988) kabul etmekte ve kendini psikoterapiste teslim etmektedir.  Öte yandan hiyerarşi otomatikman altta kalanda bir uzaklık hissi yaratır, bazı konuları kendine saklama, hatta direnme eğilimini perçinler ve açık iletişime ket vurur.  Bu davranışa sadece “rezistans” demek davranışın kültürel katmanlarına kör olmak demektir.

IV:Farkındalık ve Kısıtlar içinde Etkinlik

Sorunların bağlamsal bağlantılarını, sorunu çerçeveleyen anlayıştan kaynaklanan karmaşıklıkları tanımak, sorunun çözümüne yönelik ipuçlarını da beraberinde getirecektir.  Alt tarafı psikoterapide hedefimiz kendini anlama, gelişme ve sorun çözme değil midir?  Bağlamsal bilinçten kaynaklanan perspektif genişliği, kişinin kendisini ve ortamının sağladığı olanaklar ile dayatmaları daha net görmesine yardımcı olabilecektir.  Bu netlik ise kişiye kısıtlar içinde bile tekin karar alma olanakları sağlayacaktır.